OYUNCULUK EĞİTİMİ
DERS -2 : "SAHNENİN DÜNYASI
SİZİN DÜNYANIZ DEĞİLDİR"
AKTÖRLÜK SANATI - Stella ADLER
Oyuncu olmak için ilk öğrenmeniz gereken, tiyatronun ne anlama gelebileceği, ne kadar anlamlı olabileceğidir. Günümüzdeki temelinden sapmış haldeki tiyatrodan söz etmiyorum ; iki bin yıllık tiyatro geleneğinden söz ediyorum .
Uygarlık, birinin ne kadar para kazandığıyla ya da insanların garajlarında kaç tane BMW olduğuyla ölçülmez. Metropolitan Sanat Müzesi'ni ziyaret ettiğinizde göreceğiniz, insanların banka hesapları değildir. Uygarlığın para birimi sanattır. Müzelerimizde ve kütüphanelerimizde korunan da sanatın ta kendisidir.
Bu iki bin yıllık zenginliği içinizde taşıma olanağınız var. Ne var ki, size kalmayan bir şeyi siz miras bırakamazsınız. Bu bağlam da bir din adamı kutsal kitaplar üzerinde nasıl çalışıyorsa, siz de tiyatroya öyle çalışmalısınız. Tarihimizden gelen bağı geleceğe taşıma ayrıcalığına sahipsiniz.
Bugün tiyatro amacından sapmışsa, bunun nedeni bizim amacımızdan sapmış olmamızdır. Amerika'da çevremize baktığımızda gördüğümüz, insanların 5 Sent için hırsızlık yaptığı, derin bir vicdan azabı çekmeden cinayet işlediği, kimsenin inanca saygısının olmadığı, giyimine özen göstermediği, kendi bedenlerine bile saygı göstermediği bir yer olduğu gerçeğidir.
Kaçınılmaz şekilde tiyatro da bütün bunları yansıtıyor. Tiyatro sözcüğü Yunancadan geliyor, "görme yeri" anlamındadır. Yani insanların yaşam ve toplumsal durum hakkındaki gerçekleri görmeye geldiği yer. Tiyatro bir bakıma döneminin manevi ve sosyal röntgenidir. Sahne bizim kim olduğumuz hakkında röntgen ışınlarından daha fazla yalan söyleyemez, tiyatro insanlara yaşam ve toplumsal durum hakkındaki gerçekleri göstermek için yaratılmıştır.
İki bin yıl önce Sofokles Oidipus adlı bir adam hakkında bir oyun yazmıştı. Bu oyunda Oidipus bir adamı öldürüyor, ve onun dul karısıyla birlikte oluyordu. Öldürdüğü adam babası, yattığı kadınsa annesiydi. Bunu yapacağı konusunda kâhin tarafından uyarılmıştı, ama o kaderinin önüne geçebileceğini düşünmüştü.
Oidipus, toplumsal ahlak açısından tehlikeli olan, toplumunun tüm sosyal yaşamını tehdit eden bir şey yapmıştı.
Hâlâ belli başlı davranışların toplum düzenimizi kökten sarsabilecek sonuçları olabileceğini düşünüyoruz. Sofokles de bu konuda yazmıştı, erdem ve adaleti öğretmek istemişti.
Bunu anlamak için 2000 yıl öncesine gitmemize de pek gerek yok. 1947'de Arthur Miller, kendi fabrikasında üretilen bozuk uçak parçalarını devlete satan bir babanın anlatıldığı Bütün Oğullarım adlı bir oyun yazmıştı. Sonuç olarak bu babanın, kendi oğlunun ölümünden sorumlu olması gibi bir olasılık vardı. Babanın kâr etmeyi, sorumluluk duygusu üzerinde tutma kararı, hepimizin, her birimizin tehdit altında olduğumuz anlam ında da gelmektedir.
Arthur Miller erdem ve adaleti öğretmek istiyor. Bu böyleydi, hâlâ böyle ve hep böyle olacak. Bunlar tiyatronun konuları. Eğer sizin konularınız bunlar değilse, ödediğiniz okul ücretini geri almak için henüz zaman geçmiş değil.
Büyük sorular sormak, usta yazarlara büyük sorular hazırlamalarında yardımcı olmak için buradasınız. Sofokles'den beri yazarların yaptığı bu. Hazırlığınızın bir kısmı geçmişin dilini anlamak ve onu günüm üzün izleyicisi için ilgi çekici hale getirmek.
Şunu fark etmelisiniz, derin önem taşıyan bir konu bile, onunla aşık atacak enerji ve ilginiz olmadığında zayıflatılıp önem sizleştirilebilir. Biliyoruz ki, insanlar büyük sorular sorabilecekleri gibi sizden bir sigara da isteyebilirler. Şu an onlardan biriyseniz, uzun süre böyle kalmayacaksınız demektir.
Kendinize kulak verin, komşularınıza kulak verin. Bir şeyler duyuyor m usunuz? Yoksa günlük dedikoduların iç karartıcı nakaratını kanıksam aya mı başladınız? Bu dört duvar arasında tartıştığınız her konuyu en yüksek noktasına kadar taşımayı öğreneceksiniz. Tiyatronun epik olduğunu anlam alısınız. Yasanın, ailenin, büyüyen ağaçların geniş olduğu gibi o da geniş. Tabii bütün bunları besleyip büyütmelisiniz, ihmal edemezsiniz.
Üzerinde çalışacağımız ilk şey görmek, söylediklerimize enerji katacak görüntüler yaratmaktır. Bir şey söylediğinizde, sözünü ettiğiniz şeyi görün. Görene kadar da ağzınızı açmayın.
İşte bu yüzden sizin değişik kırmızılar ve değişik maviler arasındaki farkı görmenizi ve onlara nasıl tepki verdiğinizi gözlemlemenizi istiyorum. Posta kutusundaki kırmızıya dikkatli bakmış olan bir oyuncu bir daha asla onu, "Hah, işte bu bu yaptığım çalışmadaki kırmızı," demeden görmeyecektir. Bir daha asla ojedeki kırmızıya bakıp da onu trafik lambasındaki kırmızıyla karıştırmayacaktır.
Oyunculuk soyut bir eylem değildir. Oyuncu haşır neşir olduğu her şeyi gerçeğe dönüştürmelidir. Eğer sahnede bir sandalye varsa o sandalye benim dikkatimin odağı haline gelmeli ki soyut bir nesne olarak kalmasın, benimle arasında ilişki bulunan bir nesneye dönüşsün.
Bazen bir sandalye bile bir oyunu tanımlamanıza yardımcı olabilir. Edward Albee'nin Bessie Smith'in Ölümü adlı eserindeki babaya baktığımızda, onunla ilgili hemen hemen her şeyi bildiğimizi görüyoruz, zira kendisi verandada harap haldeki bir hasır mobilyanın üzerinde oturuyor. Şunu ifade etmeliyim ki, hiçbir şey kim olduğunuzu harap haldeki bir hasır mobilya unsurundan daha iyi betimleyemez.
Bunun bir yanı adeta der ki, "Ne oldu sana? Bir zamanlar beyazdın, şimdi beneklisin." Albee'nin oyunu büyük bir sanatçının ölümüne sadece zenci olduğu için göz yuman bir toplumu anlatır. Büyük Blues Şarkıcısı Bessi Smith, Güney eyaletlerindeki beyazlara ait bir hastane kendisini kabul etmediği için ölmüştü.
Oyunda Bessie Smith'in kendisini hiç görmüyoruz, ama Albee, derisinin rengi yüzünden onu ölüme mahkûm eden bir kültür hakkında bize çok şey gösteriyor. Hasır mobilyanın üzerinde oturan baba nefret dolu bir adam ; kızından,.kendisinden, zencilerden, kasabanın kendisini görmeyecek olan belediye başkanından nefret ediyor. O, güneydeki düzenin çarpıklığını temsil ediyor. Ama bütün bunları harap haldeki hasır mobilyada görebiliyoruz.
Elimdeki sandalyeye gelince, gölgesinin rengindeki kahverenginin tam tonunu biliyorum . Arkasındaki her çentiği, nerelerindeki boyanın kalktığını, eğrilen yerlerin döşemenin nerelerinden fırladığını, bacakların oynak olup olmadığım , kollarının onarıma gereksinim duyup duymadığını, hepsini biliyorum.
Ayrıca sandalyenin benden beklentilerini de biliyorum. Dik oturmama izin verir mi yoksa kambur mu durmalıyım , bunu biliyorum . Bir plaj sandalyesinde oturduğum da bulunduğum yerin gerçeğine adapte olmam ne kadar sürer? Stanislavski'nin söylediği bir şeyi benden de sık sık duyacaksınız: Sanattaki gerçeklik koşullardaki gerçekliktir; ve ilk koşul, her şeyi yöneten koşul, nerede olduğunuzdur.
Eğer sandalyeyi tam olarak anlamazsam , anlıyor numarası yapmak zorunda kalacağım. Bu bir oyuncunun yapabileceği en kötü şeydir. Dramatik bir metne de aynı şekilde yaklaşmalıyız. Onu tamamen anlamalı, her türlü çukurunu, çıkıntısını, garipliklerini tanımalıyız ki kendimizi ona egemen hissedelim. Bizden ne talep ettiğini anlamalıyız. Aksi takdirde onunla iletişim kuramayız, numara yapmaya başlarız ve her şey sahte olur. Bundan daha kötüsü olabilir mi?
Oyuncu, yalan söylemenin, numara yapmanın ne kadar kolay olduğunu bilir. Yapması gereken çevresini gerçek olan şeylerle donatmaktır. Onlara odaklandığı sürece de yalan söyleme dürtüsüne kapılmaz.
Hayal gücünüzü kullanıp diyebilirsiniz ki, "İnsanların beni dinlemek için toplanmış olduğu bir meydanın ortasında dikilmekteyim ." Eğer hayal gücünüze başvuracaksınız son derece kesin olmalısınız. Meydanın çevresinde ne tarz binalar var? Ülkenin neresindesiniz? Hangi yıl? Hangi mevsim ? Sizi kimler dinliyor? Üzerlerinde ne tip giysiler var? Hangi toplumsal sınıfı temsil ediyorlar? Tarihi binalarla çevrili eski bir meydanda mısınız, yoksa bir parkta mı? Eğer parksa hangi ağaç türleri mevcut? Hangi çiçekleri görüyorsunuz? Bu liste uzayıp gider. Çevrenizdeki koşullara ne kadar konsantre olursanız kendinizi o denli rahat hissedersiniz.
Görmem izi sağlayan şey koşullardır. Daha kesin söyleyecek olursak, nerede durduğumuzu görmek zorundayız. Orada mevcut olmayan ise, biz onu oraya koyana kadar orada değildir. Eğer oyuncu onu orda görürse, ancak o zam an gördüğünü izleyiciye gösterebilir. Oyunculuğun ilk kuralı budur: Ortada birtakım görüntüler olmalıdır.
Oyuncu ne kadar iyiyse, koşulları da o kadar özenle yaratır. Daima bir partneri vardır; bazen bu partner iletişim halinde olduğu, sahnedeki bir başka oyuncudur.
Bazen bu partner izleyicidir. Bugün sahneye çıkıp bize Cibran'ın fikirleri anlattığınızda partneriniz izleyici olacaktır. Burada sözü edilen izleyiciler, sizin dostunuz olan ve sizi anlasalar da anlam asalar da anlamış gibi görünüp gülümseyerek, sizi desteklemek için ellerinden geleni yapacak olan öğrenci arkadaşlarınızdan ibaret değildir.
Bir tiyatroda karşınıza çıkacak tarzda bir izleyiciyi hayal etmelisiniz; kimsenin sizi tanımadığı, balkonda oturmuş sizi duymakta güçlük çeken yaşlı kadınların olduğu bir izleyici kitlesini. Sahneye çıktığınızda o yaşlı kadınların söylediğiniz her sözcüğü duyması şarttır, bu da sizin işinizdir. Biriyle konuştuğunuz zaman, ki bu sahnedeki başka bir oyuncu da, balkondaki yaşlı kadın da olabilir; en önemli şey onların görmesini sağlamaktır.
İletişim, birinin sizin gördüğünüzü görmesini sağlamaktır. Ben iri sarı limonları olan iri ağaçlardan bahsettiğim de onları görüyor m usunuz? Elinizden bir şey gelmez, mutlaka görürsünüz. Sahnede söylediğiniz her şey de en az bu kadar görülesi netlikte olmalıdır.
Sizden tüm beklenen, bütün bu egzersizlerin size kazandırmaya çalıştığı tek şey büyümedir. Bunu görebiliyor m usunuz? Bir oyuncu olabilmek için büyümeniz gerekir. John Gabriel Borkman'ı ya da III. Richard'ı oynayabilmek için adam olmanız gerekir, çok şey bilen bir adam . Ama tüm bildikleriniz banliyölerden geliyorsa, Hedda Tesman'ı ya da Shavv'ın Jean D 'A rc'm ı oynayamazsınız. Size tüm gün boyunca hayat veren - ya da sorun çıkaran- şeylerle dolu değilseniz sahneye çıkamazsınız. Sizi geliştiren budur. Önümüzdeki derste doğadan bir nesne getirmenizi istiyorum. Bu nesneyi sahnede durup bize onu verebilecek kadar çalışın. Eğer bu bir çiçekse, tam ortasındaki sarı renkle yapraklarının kenarlarındaki sarı rengi birbirinden ayırabilecek durumda olmanızı istiyorum. Ayrıca bu hafta getirdiğiniz kırmızı, mavi veya beyazlardan birini de geri getirip kendi konteksti içinde koşullara göre betimlemenizi istiyorum.
Bir abajurdaki maviyse, bize o plastik abajuru ters dönmüş bir çorba tası olarak göstermenizi istiyorum . Tepesi sekiz santim genişliğinde ve otuz santim yüksekliğinde bir tahta silindir üzerinde duruyor, tahta henüz bitmemiş. Lambaysa gri formika bir masanın üzerinde duruyor. Lambanın yanında çerçevelenmiş bir fotoğraf var. Bir şeyler canlandı mı?
Bu nesneleri bize öyle bir sunmanızı istiyorum ki bu renk ve bu nesne belli başlı bir zaman diliminde duruyor olsun. Eğer lamba plastikse ve masa formikaysa sadece günümüzde olabilir. Abajurun tepesi ipektense günümüzde olabilir, ama oldukça zengin birinin evi olmalı. Masa maunsa günümüzde olabilir, ama ya çok eski moda bir dizayn, ya özellikle antikalarla donatılmış bir ev, ya da ancak ikinci el mobilya alabilecek maddi duruma sahip bir ailenin evi olabilir.
Oynarken, çevrenizde belli başlı bir dönemin dünyasını yaratmanız gerekir. Bunu yapabilmenizin tek yolu da kendi dünyanızı gördüğünüzden daha net görmektir. Ayrıca sizden, gerçek yaşam da gözlemlediğiniz ve aslında sıradan olmayan bir eylem getirip bize onu sıradanmış gibi gördüğümüzü göstermenizi istiyorum .
Yaşamı öylesine bir şeymiş gibi görmemenizi, onu önemli bir olgu olarak algılamanızı gerektiren bir meslektesiniz. Thornton Wilder iş bunu anlamaya geldiğinde tam bir dehaydı. Kasabamız, neleri bize bahşedilmiş demirbaşlar olarak kabul ettiğimizi gerçekten görmemiz üzerine kurulu bir oyundur. Son perdede Emily ölmüştür, kendi cenazesini izlemektedir; geri gidip yaşamındaki bir günü tekrar yaşama şansı vardır. Bunu yapmaması tavsiye edilir, ama ısrar eder. Mutlu bir günü seçer. Bilge kayınvalidesi ona önem siz bir günü seçmesinin daha iyi olduğunu söyler. Gibbs anne Emily'ye der ki, "Zaten yeterince önemli olacak".
Emily on ikinci doğum gününü seçer. Cereyan eden her şey olabildiğince sıradandır... Annesi çocuklara bağırarak kahvaltıya inmelerini söylemektedir. Bu dünyanın her yerinde olmaktadır ve daima olagelmiştir. Bütün bu sıradanlığın ortasında, ölü olduğu için bu güne sadece katılmanın yanı sıra aynı anda onu gözlemlemekte olan Emily, annesine yalvarır, "Ah anne, bana sadece bir an gerçekten beni görüyormuşsun gibi baksan."
Olaylar dizisi fevkalade entipüftendir, ama Emily olaydan kopup sahne yönetmenine döner ve der ki: "Yani bütün bunlar oluyordu da biz hiç fark etmedik öyle mi?"
En sonunda Emily gördüklerinin şiddetine artık dayanamaz. Sahne yönetmenine dönüp sorar: "Hiçbir insan evladı yaşarken yaşamın farkına varıyor mu? Eksiksiz her dakikasını?"
Sahne yönetmeni önce, "Hayır," der. Daha sonra da ekler: "Belki azizler ve şairler. Onlar bir kısmının farkına varıyor."
Çevrem izde bulunanları "orada " olarak kabul etmişizdir. Bütün hepsinin yüzlerce yıldır süregeldiğini ve gerçekleştiklerini fark edemeyeceğimiz ölçüde yavaş değiştiklerini anlamayız. O yüzden de kendimizin ve geldiğimiz yerin bilincini kaybederiz. Tarihin devamlılığı duyumuzu, tarihin günlük yaşam da her gün devam ettiği bilincimizi yitiririz. Yaşamınızın her anında tarihi ya yaşıyorsunuzdur, ya da yeniden yaşıyorsunuzdur.
Gazete almaya giden bir adam görürsünüz. Kaç yüz yıldır insanlar gazete almaya gidiyordur? Birkaç yüz yıl? Üstelik de bütün dünyada olagelmiştir bu. Gazete almak sadece gördüğünüz bir şey değildir, siz görmeden çok önce de var olan bir şeydir. Bir tarihi vardır. Tarih bilinci de insanın yaşamı ve içindeki eylemleri bahşedilmiş birer demirbaş olarak algılamamasını sağlar.
Köpeğini gezdiren bir adam görürsünüz. Genç bir adam da olabilir, 60-70 yaşlarında bir adam da. Yüz yıllardır olagelmiş bir durum dur bu. Köpeğiyle özel bir ses tonunda konuşur, ki bu da yüz yıllardır olagelmiş bir şeydir. Bir kızla el ele tutuşmuş bir adam görürsünüz. Bu ne kadardır süregelen iştir? Adem ve Havva'dan beri. Sıradan değildir. Her ne kadar sıradan olduğunu düşünme eğiliminde olsanız da, bunun ne kadar farklı olduğu görmek oyuncuya kalmıştır.
Yiyecek taşıyan bir kadın görürsünüz. Görmediğinizse şudur ki insanlar tarih çağlarının başlangıcından beri yiyecek taşıya gelmişlerdir. Olayın tarihsel yanı da, bugün kadının süpermarketten aldığı yiyecekleri naylon bir torbada taşıyor olmasıdır. Tarladan sebze toplayıp onları da kendi ördüğü bir çuvalın içinde taşımak durumunda değildir.
Her anı yaşam anın önemini farkında olmalısınız. Abartmanıza gerek yok, sadece farkında olmalısınız. Tarihi ve sizin tarihin bir devam ı olduğunuzu farkında olmalısınız. Yaşamınızı bu kriterlere göre sürdürmeniz harika olurdu, ama biliyoruz ki kazın ayağı öyle değil.
İşte bu egzersizlere tam da bu yüzden ihtiyacınız var.
(Stella ADLER'in Aktörlük Sanatı adlı kitabından alınmıştır.)
©2016 Replik Sanat Eğitimleri Kurumu ® Her hakkı saklıdır.